Bir Özgürlük Önerisi

Bir Özgürlük Önerisi
- Şimdi okuyacağınız makale Freedom dergisinin 1960’ların sonunda İngiltere’de yayınlanan bir sayısında yer almıştır. Bu makale Max Stirner’in felsefi egoizme yaptığı büyük katkıya iyi bir giriş niteliği taşımaktadır.
Yeni bir çağ, devrim kazanının içinden çıktı. Umutsuzca bocalayarak ama romantizmden kaynaklanan bir umutla, insanlar geçmişin tanıdık fikirlerine tutunmak için umutsuzca savaştılar ya da yeni düşünce kalıplarını kavramak için eski fikirlerden sıyrıldılar. Birbirinden ayrı ama birbiriyle iç içe geçmiş çok sayıda ideoloji gelişti ve taraftar toplamak için birbiriyle yarıştı. 19. yüzyıl Avrupa düşüncesine hakim olan bu ideolojik coşku, şüphesiz “izm”lerin en paradoksal olanı anarşizmi ortaya çıkardı. Bir ortak noktalar merkezinde 1870’e kadar en az 8 tanımlanabilir anarşizm çeşidi ortaya çıkmıştır. Ama hangi türden olursa olsun anarşistler belli ilkeleri paylaşıyordu. Bunlardan bir paradoks ortaya çıktı; bu paradoks tam bireysel özgürlük ve güçlü bir toplumsal sorumluluk duygusuydu. Bu da anarşistin temel sorusunun, insanların toplumla olan ilişkisine dair kadim bir mesele olarak kaldığı anlamına geliyordu. Ama bu onun bu soruya kadim bir cevap verdiği anlamına gelmiyordu.
Elbette anarşistler bireysel özgürlüğe ulaşmak için otoriteyi her ne şekilde olursa olsun reddettiler ve bu da mevcut sistemi acımasızca eleştirdikleri anlamına geliyordu. Benimsedikleri anarşist görüşün niteliğine bağlı olarak, kınadıkları şeyi yok etmeyi de üstlenebilirlerdi. Ama ister silahlı ister barışçıl olsunlar, yöntemleri her zaman toplumsal isyandı. Böylesi bir yalın idealizm ya da candan daha önemliymiş gibi bir tutku tavrı çoğu zaman kutsal kişiler ve suikastçılar yaratmıştır. Bununla birlikte, anarşizmin nihilizm ya da terörizmle bir tutulabileceği düşünülmemelidir. Bunlar eş anlamlı olmak zorunda değildir. Anarşi, genellikle yaygın olan yorumda olduğu gibi kötü niyetli bir kaos değildir. Tolstoy, Thoreau, Kropotkin ya da Godwin’i kaosun peygamberleri olarak görmek, Hegel’i Nazizmin yaratıcısı haline getirmek gibidir. Elbette böylesi bir tutum, neredeyse kaçınılmaz olarak, insanın doğuştan iyi olduğuna inanmayı gerektirir; doğuştan iyi değilse bile, en azından insanın doğuştan sosyal olduğuna ve insanın doğasına dair bireyci bir bakış açısına sahip olmayı gerektirir.
Bir akademisyen görece daha düzenli bir tanım arayışındayken, anarşizm doğası gereği bu tür bir düzeni reddeder. Anarşistlerin dogmayı, sistematik bir ifadenin dayattığı katılığından kaçınmak için kasıtlı bir girişimle reddettiklerini söylemek yeterlidir. Anarşistler seçim özgürlüğüne, kişinin kendi benliğine sahip olmasına ve bireyin bu benlik için en iyisini yargılama yeteneğinin üstünlüğüne inanıyordu. Anarşistler, insanların tüm potansiyellerinin açığa çıkmasını sağlamak için yanıp tutuşan bir arzu ile motive olmuşlardır. Bu da aklın kullanılması yoluyla başarılacaktı. Her şey bir yana, anarşistler iyimserdi.
İnsan bunu anladığında, anarşistin sadece sakallı, eli sopalı, şiddet yanlısı bir fanatik olduğu yönündeki klişe izlenim oldukça anlaşılmaz görünmektedir. George Woodcock, insanların anarşizmin doktrinlerinden, Erich Fromm tarafından dile getirilen “özgürlük korkusundan” duydukları korku nedeniyle anarşizmin aşağılayıcı imajını kolayca kabul ettiklerini öne sürmüştür. Muhtemelen anarşizme yönelik genel korkuyu Freud’un bastırılmış suçluluk duygusunun baba katili olma arzusundan kaynaklandığı fikrine de bağlayabiliriz. Tabii ki anarşistin yapmaya niyetli olduğu şey tüm otoriteyi katletmektir. Aslında anarşizmin değeri ne olursa olsun, taşıdığı prensiplerin doğası gereği misyonerlik yapamazdı. Anarşistin rolü insanlara önderlik etmek değil, onları aydınlatmaktı. Kuşkusuz, Max Stirner bireyci anarşizmin temsilcisi olarak hiçbir zaman “barikatlara tırmanma” arzusunu dile getirmemiştir.*
*Stirner anarşist değildir.
Max Stirner, sıradan bir öğretmen ve Berlin’deki Genç Hegelciler topluluğunun bir üyesi olarak Godwin ve Proudhon’un anarşist düşüncesinin teorik zeminini hazırlamasına öncülük etmiştir. Anarşist teoride bireylerin özgürlüğünün son derece önemli olduğu fikri aslında Stirner’in katkısıyla ortaya çıkmıştır. Stirner, The Ego and His Own’u toplum içinde bu özgürlüğü engellediğini düşündüğü şeylere doğrudan bir saldırı olarak yazmıştır. Ama kitap bir polemikten daha fazlasıdır. Kitap aynı zamanda insan özgürlüğünün özünü ve ona ulaşmak için yapılması gerekenleri de anlatır. O hâlde burada amaç, insanların 19. yüzyılda nasıl köleliğe ulaştığını, bu köleliğin nasıl kırılabileceğini, özgür bir bireyin karakterini tanımlamak ve son olarak Stirner’in fikirlerinden günümüze kalan etkiyi yansıtabilecek bazı noktaları göstermektir.
İnsanın özgürlüğünü engelleyen tahakkümler, Stirner’in tarih teorisinden ortaya çıkmıştır. Hegel’in tarihin doğasına dair vardığı sonuçlara katılmasa da, Stirner kendi teorisini oluştururken Hegel’in diyalektiğini kullanmıştır.
Stirner insan tarihini Eskiler, Modernler ve Yeni İnsanlar olmak üzere 3 ana döneme ayırmıştır. Eskiler, insanlık tarihinin “çocukluk” dönemini yaşarken, doğayla, nesnelerle, deneyimlerle ve maddesel olanla ilgilenmişlerdir. Ama “nesneler dünyasını, dünya düzenini, dünyanın bütününü” anlama çabalarında, elde ettikleri anlamı sona erdirecek sorular sorarak ilerlediler. Eskiler dünyalarının ardındaki anlamın ne olduğunu sordular ve nesnelerin bağından kurtulmaya çalıştılar. Sadece tin haline gelerek dünyayla olan ilişkilerini sona erdirmeyi umuyorlardı. Eskiler maddi dünyadan özgürleşme arayışlarında, “ dünyanın dışına ve üstüne çıkmak için”, tin dünyasını yarattılar “ve bu eskilerin yaptığı en büyük işin sonucudur; insan kendini ilişkilerden ve dünyanın dışında bir varlık olarak, bir tin olarak bilir.” Eski insanlardan sadece Yahudiler ruhani dünyayı asla kabul etmedi. Eskiler gerçek olanı kusursuzlaştırmaya çalıştılar ve Batı’ya “kutsal ruh’u (Hıristiyanlığı) verdiler; bu da tiranlıkların ikincisinden başka bir şey değildi.
Hıristiyanlıkla birlikte insanlığın “gençlik” dönemine, Modern Çağ’a girildi. Tinsel şeyler, zihinle ilgili şeyler, akıl, çıkarımlar, idealler, nedenler Modernlerin kaygılarına hükmetti. İnsanoğlu anlamaya çalışmak için ideal olanın arkasına geçmeye çalıştı. Onlar ideali gerçek kılmaya çalıştılar. Böylece mutlak tinin maddi bir bedene bürünmesini sağladılar; “ve Söz ete kemiğe büründü ve İsa doğdu.”
Bu noktadan sonra Hıristiyanlar tüm maddi alemi tinselleştirmeye çalışmışlardır; bu görev Reform döneminde insanların artık Katolik Kilisesi’nin ayinlerinin kutsanmasına ihtiyaç duymaması ile tamamlanmıştır çünkü her şeyin içine biraz tanrısal olanı koymayı başarabilmişlerdir.
“Luthercilik… tini mümkün olduğunca her şeyin içine sokmaya, kutsal tini her şeyin özü olarak tanımaya ve böylece dünyevi olan her şeyi kutsal saymaya çalışır….Bu nedenle de Lutherci bir Hegel, bu düşünceyi her şeyin içine sokmakta çok başarılı olmuştur. Her şeyin içinde akıl vardır, kutsal tin vardır veya “gerçek rasyoneldir.”
Hegel’in felsefesi Modernlerin, tinsel çağın zirveye ulaştığı en büyük düşünce olmuştur.
Tarih boyunca insanlar çabalamış olsalar da, Stirner onların insanlık tarihindeki bu iki çağın zıt gerçekliklerini bir araya getirmeyi başaramadıklarını düşünüyordu. Onları harmanlayarak yok etmişlerdi. Bu zıtlık ancak üçüncü bir aşamada, insan ırkının “ mertlik ” çağında, egoist çağda çözülebilirdi. Modern çağın tini Eskilerin gerçekliğini yok ettiği gibi, aynı şekilde bu çağın egoizmi de tinsel tiranlığı yok etmelidir.
“Tini kendi hiçliği içinde eritecek olan kimdir? Tin aracılığıyla kim doğayı hiç, sonlu, geçici olarak ortaya koyarsa, tini de aynı hiçliğe indirebilecek kişi de odur. Ben yapabilirim; içinizde iradesini mutlak bir ben olarak gerçekleştiren her kişi yapabilir; kısacası, egoist yapabilir.”
Stirner insanların üç çağını insanların üç insan ırkıyla bağdaştırdı. Yani, “ Zenci ırkı antik çağı, nesnelere bağımlı olunan zamanı…; Moğol ırkı, düşüncelere bağımlı olunan zamanı, Hıristiyanlık zamanını,” ve son olarak da geleceğe ayrılmış olan çağı, Kafkasyalıların çağını, aslında batılı insanın da gerçek çağını temsil etmektedir. Bu çağda insanlar “Ben nesneler dünyasının sahibiyim ve ben düşünce dünyasının sahibiyim” diyeceklerdir.
Bu noktada sorun, insanların bu üçüncü çağa nasıl getirileceği olmuştur. Stirner durumu değerlendirdikçe, insanların kendi kendilerine sahip olmayı ümit edebilmeleri için önce iki şeyin başarılması gerektiğini görmüştür. İnsanların gerçek benliklerini tanıyabilmeleri için önce Hıristiyan kurallarının manevi köleliğinden kurtulmaları gerekiyordu. Tipik bir şekilde Stirner tarzı bir ifadeyle Stirner, modern insanın bu hazin halini tarif etmiştir.
“Ama sizin için tüm dünya tinselleşmiştir ve anlaşılmaz bir hayalete dönüşmüştür; bu nedenle kendinizde de bir hayaletten başka bir şey bulamıyorsanız şaşırmayın. Bedeniniz ruhunuz tarafından rahatsız edilmiyor mu ve yalnızca ruhunuz gerçek ve hakiki, bedeniniz ise yalnızca “geçici, boş” ya da bir “ suret” değil mi? Hepimiz birer hayalet, “ kurtuluş bekleyen tuhaf varlıklar, yani ruhlar’ değil miyiz?”
Stirner’in tini “[kendine] ait olmayan bir şey” olarak görmekte ve tine sahip olana kadar özgür olunamayacağını düşünmektedir. 19. yüzyılda bazıları Feuerbach’ın insanlar üzerindeki bu tinsel tahakkümü sonunda yok ettiğini düşünürken, Stirner öyle düşünmüyordu. Feuerbach şöyle yazmıştı:
“Aslında insan yüce bir varlıktır; bu yüce varlık din içinde Tanrı olarak adlandırılır ve objektif bir töz olarak kabul edilir ama gerçekte bu töz sadece insanın kendi tinidir; dünya tarihinin dönüm noktası da bundan böyle Tanrı’nın değil insanın insana Tanrı olarak görünmesidir.”
Stirner buna şöyle cevap verdi:
“Umutsuzluğun gücüyle Feuerbach, Hıristiyanlığın tüm tözüne yapışır, onu çöpe atmak için değil, onu kendine çekmek için, uzun zamandır özlenen, her zaman uzak olan şeyi son bir çabayla yerinden çekip çıkarmak ve sonsuza dek yanında tutmak için. Bu en büyük umutsuzluk, hayat ya da ölüm için bir çırpınma değil midir ve aynı zamanda öteki dünya için Hıristiyan hasret ve açlığı değil midir?”
Feuerbach boğuştuğu zincirlerden kurtulamamış olsa da, görünüşe göre Stirner o eski ahlak anlayışına sırtını dönmüştür.
“En yüce varlık gerçekten de insanın tözüdür ama sırf insanın kendisi değil de tözü olduğu için, onu insanın dışında görüp “Tanrı” olarak mı yoksa insanın içinde bulup “İnsanın Tözü” ya da “İnsan” olarak mı adlandırdığımız oldukça önemsiz kalır. Ben ne Tanrı’yım ne de İnsan, ne en yüce tözüm ne de tinim; dolayısıyla tözü ister içimde ister dışımda düşüneyim, sonuçta hepsi birdir.”
Bu açıklama Stirner’in özgürlük fikrini anlamak için çok önemlidir. Stirner’in elinde bulundurduğu tek şey kendine kendi gücüyle verdiği anlamdır. Bu açıklama aynı zamanda Ego çağının galip gelebilmesi için çözülmesi gereken ikinci hususu da içermektedir. Stirner buna “ kafadaki çarklar” diyordu: İnsanı zincire vurmuşçasına “kendine tabi kılan” “sabit fikirler”. Ahlak, hukuk, adalet, erdem, tek eşlilik, dindarlık, hakikat, ışık, hepsi de “kutsal” nitelikleri sorgulanamayan, şüphecinin “deli” savunma sahiplerinin saldırısına uğrama riski olan sabit fikirleri temsil ediyordu.
Yine de Stirner’in görüşüne göre, bu sabit fikirlerden hiçbiri 19. yüzyıl düşüncesine “İnsan sevgisi”, “İnsanlık”, “İnsan” gibi hakim olmamıştır. Farklı şekillerde de olsa, hiçbir şey bireyin biricikliğini “İnsan ”ın kutsallığı kadar tehdit edemezdi.
“Hükümranlık (“güç”) İnsan’a aittir; bu nedenle hiçbir birey hükümdar olamaz, İnsan bireylerin hükümdarıdır; İnsan’ınki dünya krallığıdır bu yüzden birey dünyanın sahibi değildir ama “herkes” olan İnsan dünyayı mal olarak yönetir; herkes tarafından İnsan’a şöhret verilmeli ve yüceltilmeli ya da “şan” kazandırılmalıdır çünkü bunlar bireyin amacıdır, düşünür, yaşar ve yüceltilmesi için “İnsan” olması gerekir.”
Buna yakından bağlı olan “hümanist liberalizm” siyasal ve toplumsal liberalizmdi ve Stirner bunları da en az hümanist yaklaşım kadar zararlı buluyordu. Bunlardan ilki Devleti, ikincisi ise Toplumu yüceltiyordu.
Bu bağlamda liberal siyasetin birçok çeşidi bulunmaktadır, Stirner en keskin ve ısrarlı eleştirilerini Hegelci Devlet’e yöneltmiştir.
“Bireysel çıkarlar ve benlik bir kenara itilmiş ve Devlet için fedakârlık bir zorunluluk haline gelmişti. Kişi kendinden vazgeçmeli ve sadece Devlet için yaşamalıdır. Bireysel kimliğin karşısında yok olacağı gerçek kişi haline gelmiştir; ben yaşayamam ama o benim üzerimde yaşar. Bundan dolayı, önceki bencillikle karşılaştırıldığında, bu bencillik ve kişiliksizliğin ta kendisidir. Tanrı-Devlet’in önünde tüm benlik yok oldu ve onun önünde herkes eşitti; başka hiçbir ayrımları yoktu; insanlar, insanlardan başka hiçbir şey değillerdi.”
İnsanları daha yüksek bir kavrama boyun eğdirme durumu sosyal liberalizmde de ortaya çıkmıştır. Tek fark, burada amaç Devlet yerine Toplum olmuştur. Stirner’in sosyalizm/komünizm hakkındaki görüşleri, Stirner’in kitabından bir yıl sonra yayınlanan Die Deutsche Ideologie’de Karl Marx’ın yazdığı kapsamlı bir reddiyeyi gerektirecek kadar keskin olmuştur. Son olarak Stirner’in yaptığı kısa yorum, Marx’ın görüşlerinin sebebini çok iyi açıklamaktadır.
Emekçi aynı zamanda, içindeki esas cevherin “Emekçi” olduğu inancıyla, kendisini egoizmden uzak tutar ve kendini emekçilerden oluşan bir toplumun yüceliğine boyun eğer… İnsan yine ihtiyacımız olan şeyleri toplumun verdiğini ve bu nedenle ona karşı borçlu olduğumuzu ve her şeyimizi ona vermemiz gerektiğini düşünür. Hâlâ “tüm iyilikleri veren yüce bir varlığa” hizmet etmek isteme noktasındadırlar.
Sosyalizmin “bizi kendi emel ve sadakatine alan” “yeni bir Hayaletten” başka bir şey olmadığını ifade eden Stirner, bu görüşünü gayet net bir şekilde ortaya koymuştur.
Her ne kadar tartışmaya açık olsa da, The Ego and His Own Avrupa’nın entelektüelleri arasında azımsanmayacak derecede heyecan yarattı. Çok az şey Stirner’in elinden kurtuldu. Onun yeni çağı, yani bireyin çağı, mevcut değer yapısının reformundan daha fazlasını talep ediyordu; yeni bir düşünme biçimi gerektiriyordu. Özgür olabilmek için birey, sabit fikirlerin, kafasındaki çarkların, benliği için gerçek bir anlamı olmayan soyutlamaların esiri olmayı reddetmelidir. Onun yerine, malik olmalıdır. İnsanoğlunun tarihinde olduğu gibi, kişinin tarihinde de, kendi biricikliğinin kazanılmasına maddi dünyayı fethederek başlar. “Kendimi dünyanın sahibi olarak gördüğümde, egoizm ilk zaferini kazanmış, dünyayı yıkmış, dünyasızlaşmış ve yüzyılların birikimlerini kilit altına almış oluyordu.” Yani maddi benliğinin de kendi benliği olduğunu söylüyordu ki bu da Hıristiyanlığın kokuşmuş beden öğretisinin açık bir inkârı anlamına geliyordu: “ Zira bir insan ancak bedeniyle birlikte geri kalan benliğini de duyduğunda kendini tamamen duyumsamış olur ve ancak kendini tamamen duyumsadığında düşünen ya da akıl sahibi bir varlık olur.” Özgürlük ve biricikliğin temel anahtarlarından biri, kişinin kendi içinde, ancak tüm benliğine, bedenine ve ruhuna, zihnine ve kalbine sahip çıkarak elde edebileceği bir biriciklik yaratmasıdır. Tüm muhalefete rağmen birey kendi gücüyle kendine sahip olmayı talep etmeli ve elinde tutmalıdır. Benliğini kendine ait kılmayı seçmediği sürece hiçbir şeyin önemi yoktur. Stirner şöyle der:
“Ben, kendimi ön kabul olarak kabul ederken bir varsayımdan yola çıkarım; ama benim varsayımım “mükemmelliği için mücadele eden insan” gibi mükemmelliği için mücadele etmez, sadece ondan zevk almama ve onu kullanmama hizmet eder. Varsayımımı kullanırım, başka bir şey değil ve yalnızca onu kullanmakla var olurum. Ama bu varsayım bu nedenle hiç de bir varsayım değildir: çünkü ben Biricik olduğum için, varsayılan ve varsayılmış benlik (“tamamlanmamış” ve “tamamlanmış” benlik ya da insan) ikiliği hakkında hiçbir şey bilmiyorum; ama bu, benliğimi tükettiğime göre, yalnızca ben olduğum anlamına gelir. Benliğimi varsaymıyorum, çünkü benliğimi her an sadece varsayıyorum ya da yaratıyorum ve ben sadece varsayılan değil, varsayılan olarak ve yine sadece kendimi varsaydığım anda varsayılan olarak varım; yani ben bir yaratıcı ve yaratığım.”
Stirner’in bireyciliği 19. yüzyılın ortalarında Avrupa düşüncesinin ana akımının dışında bir şeyi mi yansıtıyordu diye sorulabilir. Stirner dönemin tüm önemli ideolojilerini kınadıysa, ki gerçekten de kınamıştır, o zaman Stirner’in dönemine ayak uyduramadığı sonucuna varılabilir. Ancak Stirner’in en azından Luther’e kadar uzanan güçlü bir Alman bireycilik geleneğine dayandığı fikrini destekleyen önemli kanıtlar vardır. Bir tarihçi, büyük Alman sanat ve düşüncesinin çoğunun “bireyin kendi iç doğasını ve kendi varlığının daha derin anlamını kavramaya yönelik uzun bir çabadan” geldiğine dikkat çekmişti. Bu tür bir içsel yolculuk The Ego and His Own’da kesinlikle görülmektedir. 1842’de, Stirner’in kitabını yayınlamasından üç yıl önce, Alman liberal Karl BrŸggeman(?) “ ekonomistlerin bencil bireyciliğini ‘ahlak ve hakikatte kişisel olarak özgür olmak için sınırsız bir bireysel özgüvene dayanan nihai Alman bireyciliği’ ile karşılaştırdı.” Tekrar etmek gerekirse, bu tür bir düşünce Stirner tarafından dile getirilen düşüncelere yabancı değildir. Stirner’i güçlü bir şekilde Alman bireyci geleneğine yerleştirecek başka birçok ifade de bunlara eklenebilir.
Çoğu tarihçi Nietzsche’nin Stirner’den direkt bir ilham almadığı konusunda Albert LŽvy(?) ile hemfikir olsa da, düşünce ve ifadedeki benzerliklerin gerçekten de şaşırtıcı olmasının bir nedeni de belki budur.
“Çok yakında bu kilise tüm dünyayı saracak ve siz dünyanın en uç köşesine sürüleceksiniz; bir adım daha atarsanız kutsalın dünyası sizi yenecek ve siz derin bir boşluğa düşeceksiniz. Bu nedenle henüz vakit varken cesaretinizi toplayın, artık kuru bir beslenmeye dönüşen dünyevi alanda dolaşmayın, sıçramaya cesaret edin ve kapılardan içeri, kutsal alanın içine dalın. Eğer kutsal olanı yersen, onu kendinin yapmış olursun! Kutsal ekmeği mideye indirirseniz, ondan kurtulursunuz!”
Ayrıca Stirner’in şu sözüne de dikkat çekilebilir: “Tanrı’nın yanı sıra içindeki İnsan da ölmeden önce Tanrı-insan’ın öldüğüne nasıl inanabilirsiniz?” Nietzche’nin meşhur cümlesiyle olan benzerlik dikkate alınmayı gerektirmektedir.
Her ne kadar bu noktayı belirlemek özel bir çalışma gerektirse de, Stirner’deki itici güç ile Darwin’in daha sonra tartışacağı şeylerin içindeki bilinçdışı güç arasında bir paralellik kurulabilir. Araştırılması ilginç olabilecek bir başka etki de Kierkegaard ile ilgilidir.
Kierkegaard, 1843’te Berlin’e yaptığı ikinci seyahatten sonra Fear and Trembling’i* yazdı; bir sonraki yıl Stirner’in The Ego and His Own kitabında ilginç bir cümle yer aldı: “ eğer akla boyun eğmekle yükümlüysem, o zaman İbrahim gibi ben de en sevdiklerimi ona kurban etmeliyim!” Acaba Berlin’de mi konuşmuşlardı yoksa Stirner Danimarkalı’nın kitabını mı okumuştu? İkincisi pek olası görünmüyor, bu da insanı şaşırtıcı bir soruyla baş başa bırakıyor: Kim kimi harekete geçirdi?
*Nur Beier çevirisi ile Korku ve Titreme
Sadece Stirner’in etkisinden çok fazla şey bekleniyor olsa da, Stirner’in özgürlük, “maliklik” ve “ malik” tartışması ile Victor Frankl, Fromm ve hatta Freud’un psikolojik görüşleri arasında benzerlik görülebilir. Kullanılan terminoloji farklıdır ancak aşağıdaki pasajın Freudyen tınısına dikkat çekmek gerekir.
“İnsanı “doğal dürtü” ve “vicdan” (iç halk ve iç polis) olarak ikiye ayıran şey Protestanlığı oluşturan şeydir. Casus ve kulak misafiri olan “vicdan” zihnin her hareketini izler ve tüm düşünceler ve eylemler onun için bir “vicdan meselesi”, yani polis işidir.”
Çok daha genel olarak Paul Avrich’in Stirner ve Nietzsche’nin Rus anarşist düşüncesinin şekillenmesinde önemli roller oynadığını savunduğunu da belirtmek gerekir. Max Nomad da benzer şekilde, Mussolini’nin Stirner okumasının diktatörün karakterini ve yönünü etkilediğini öne sürmüştür. Bu elbette ki Stirner’inki gibi güçlü bir bireyci ifadenin yarattığı zorluklar arasında yer alır; bu ifade kendi içinde bir tahakküme dönüşerek yozlaşabilir.
Sonuçta, bireyci anarşist başkaldırı geleneği varoluşsal yabancılaşmayla açıkça benzerlik gösterir. Albert Camus’nün (The Rebel* adlı kitabındaki) başkaldıran insan tanımı Stirner’in de anlayacağı bir şeydir. Şöyle ki: Başkaldıran, olumsuzlama değil, olumlama ruhuyla harekete geçirilir. Başkaldırını amacı yok etmek değil, dış yıkıcı güçler karşısında başkaldıranın kendi benliği için gerekli olduğunu düşündüğü şeyi korumaktır. Bir anarşist nihilist olamaz çünkü Camus’nün başkaldıranında olduğu gibi tüm zihin yapısı olumlayıcıdır; kesinlikle yıkıcı değildir.
*Tahsin Yücel çevirisi ile Başkaldıran İnsan
Böylesi etkileme iddiaları ilgi çekicidir; ancak çoğu zaman sadece iddia olarak kalmalıdırlar. Max Stirner’in 1840’larda Avrupa’ya hakim olan gerilimin çoğunu çok ilginç bir şekilde yansıttığını söylemek yeterlidir. Yazdıkları güçlü ve cezbedicidir. Kendi zamanında da kafasını kurcalayan, ama güncelliğini yitirmeyen sorulara değinmiştir; isyana, özgürlük arayışına, benlik arayışına değinmiştir.
“İnsanın “doğal dürtü” ve “vicdan” (iç nüfus ve iç polis) olarak yırtılması, Protestan’ı oluşturan şeydir. Casus ve kulak misafiri, “vicdan,” zihnin her hareketini izler, ve bütün düşünce ve eylem, onun için bir “vicdan meselesi”dir, yani polis işidir.”
Daha genel bir şekilde ifade etmek gerekirse, Paul Avrich kesinlikle Stirner ve Nietzsche’nin Rus anarşist düşüncesini şekillendirmede önemli roller oynadığını iddia etmiştir. Benzer şekilde, Max Nomad, Mussolini’nin Stirner’ı okumasının diktatörün karakterini ve aldığı yönelimi etkilemeye yardımcı olduğunu öne sürdü. Elbette Stirner’ın güçlü bireyci ifadesinin bir zorluğu da budur — kendi tiranlığına bozulabilir.
Son olarak, bireyci anarşist isyan geleneğinin varoluşsal yabancılaşma ile net bir paralellik taşıdığı açıktır. Albert Camus’un “The Rebel” adlı kitabında tanımladığı isyancının tanımı kesinlikle Stirner’ın anlayacağı bir şey olurdu. Yani: İsyan, inkâr değil, onayın bir ruhu tarafından tetiklenir. Yok etmek için değil, dışsal yıkıcı güçlere karşı, isyancının kendisi için esaslı gördüğü şeyi korumak içindir. Bir anarşist nihai olarak nihilistik olamaz çünkü bütün zihniyet onaylayıcıdır, Camus’un isyancısı gibi; mutlak bir yok etme değil.
Bu etkileşimlerin önerileri ilginçtir; ancak çoğu zaman sadece öneriler olarak kalmaları gerekir. Şunu söylemek yeterlidir; Max Stirner, Avrupa’yı 1840’larda domine eden gerilimin birçok yönünü çok ilginç bir şekilde yansıttı. Onun yazı dili güçlü ve baştan çıkarıcıdır. Kendi zamanında onu rahatsız eden soruları dile getirdi, ancak günümüzde de geçerliliğini yitirmemiş soruları dile getirdi — isyancı, özgürlük arayışı, kendi benliğini arayışı gibi.